12 yaşında ortaokula başladığımda tanıştığım ve sekiz yıl boyunca aynı sınıfta, aynı sıralarda birlikte dirsek çürüttüğüm arkadaşım lise bitince üniversite okumak için Avusturya’ya gitti ve 25 yıldır orada. Ne zaman İstanbul’a gelecek olsa, önceden haber verir ve biz buluşuruz. Şimdiye kadar sadece bir kez görüşemedik.
Bir kere ‘keşke ben de burada olsam, daha çok görüşürdük’ dedi. Ben de ‘görüşemezdik’ dedim. Hep zamanımız olduğunu düşününce yaymıyor muyuz kendimizi? Hep sohbetlerimiz geniş zamanlı ‘görüşürüz’ sözüyle bitmiyor mu? Belirsizlik kol geziyor, çünkü zamanımız olduğunu düşünüyoruz. Halbuki bu arkadaşım sınırlı sürede, belli şeyleri yapmak için geliyor. Önceden programını yapıyor, istediği herşey için zaman yaratıyor. Biz ise olan zamanı ‘yaparız, ederiz, görüşürüz, gideriz, vs’ diye öldürüyoruz.
Ben kızım doğduktan sonra üç yıl boyunca evde oturdum. Yatağı ancak saat 17.00 sıralarında topluyordum, çünkü zamanım boldu. Evi toplamak bütün güne dağıtılan bir işti. İşe başlayınca evi sabahları yarım saatte toplamaya başladım. Çamaşırlar gezmeye gitmeden önce yıkanıyor, asılıyor, çünkü zamanım sınırlı, verimli kullanmalıyım.
Bir de galiba ne olursa olsun, bu dünyadaki zamanımızın sınırsız olduğunu sanıyor ve olabildiğince harcıyoruz.
Aslında zaman da yok, her şey sadece anda yaşanıyor. Ne demişler, dün tarih oldu, gelecek bilinmiyor, bugün ise bize hediye…Pakedi açıp içindekinin tadını dibine kadar çıkarmaya ne dersiniz?
İşte bu yüzden ‘sınırlı zamanlar bereketli zamanlardır’. Bu cümleyi Yeşim Türköz’ün ‘Büyü Dükkanı’dan İki Çınar’ adlı kitabından aldım.
Banu Conker