Sinop bu sezon ilk gemilerini ağırladı, hayırlı olsun. Yaşlı yolcular dikkat çekiyor. Zeten rahatlığı nedeniyle gemiyi yaşlılar tercih ediyorlar. Medeni milletlerin yaşam standardı öyle yüksek ki, hayatı en iyi şekilde yaşamayı prensip edinmişler. Çok çalışıyorlar, bey gibi yaşıyorlar. Geri kalmış ülkelerde, yaşı küçük ama ruhu yaşlı insanlar, onlarda yaşı büyük ama ruhu genç insanlar görebiliyorsunuz.
Konu yaşlılık olunca aklıma, ünlü gazeteci Leyla Umar’ın yaşamı yorulmadan geçiren çevresindeki slikonlu kadınlardan etkilenmiş olacak ki şöyle bir yazı yazmış:
Kadınlar yüzleriyle barışıktı eskiden… Bir ağacın yaşı, nasıl gövdesinde gizlediği çizgilerden okunursa bir kadının hayatı da yüz hatlarında ele verirdi kendini…
Her biri; insan suretinden bir papirüse döşenmiş elyazmalarıydı o kırışıklıkların; engin tecrübelerin alametiydi.
Gün geldi, uzun yaşama sevdasına kapıldı insanoğlu…
Gençliğe tapındıkça yaşadığını yalanlamanın derdine düştü.
Madem ki o hatlardı yaşını ele veren; o hattı müdafaa etmenin âlemi yoktu.
Çehreler önce yoğun pudra taarruzuyla maskelendi; yetmeyince genç kalma hırsının çarmıhına gerildi. Tecrübe, “kulak ardı” edildi.
Şimdi, “gergin anneler”, ağır makyajla yaşlı görünmeye çalışan kızlarının yanında, çizgilerinden arındırılmış anlamsız yüzlerine bakıp yaşlarını tahmin etmemizi ve kendilerini tebrik etmemizi bekliyorlar.
Leyla Umar’ın yeni çıkan anılar kitabının (“Geriye Yazılar Kaldı”, Epsilon) kapağındaki fotoğrafında, bu yüzde ise; bir kitaba sığdırılmış bütün anıların, bütün acıların, bütün sevdaların izi var. Alnını, gözlerinin kenarını, dudaklarının çeperini çevreleyen her çizgi,
” bak ne çok şey yaşadım” diye bağırıyor gururla… Ve gözler cümleyi tamamlıyor:
“…ama hâlâ dimdik ayaktayım”.
Kapağı çevirip sayfalara daldığınızda onun neden “kırışıklıklarıyla barışık” yaşadığını anlıyorsunuz.
Çünkü o, genç göstermesini, kulağının ardına gizlediği çizgiye değil, hayatın inadına izlediği çizgiye borçlu…
Nikâh günü tek başına ağlayan gelin fotoğrafını nasıl çektirdiğini anlatırken de, doğuracağı gece kocasından yediği dayaktan bahsederken de, eşinin ihanetini anımsarken de en ufak bir ağıt yakma ya da pişmanlık izi yok satırlarında…
Tersine “Yine olsa yine yaşardım” meydan okuması var.
Yazdığı kitapta, hayatının hiçbir döneminde muhabirlik heyecanını yitirmemiş 76 yaşında bir gazetecinin meslek dersleriyle dolu… Ama ondan da önemli hayat dersleri var:
Yıl 1976…Umar, eşi roman yazabilsin diye kendini paralıyor. Onun gazete yazılarını daktilo ediyor. Rahat çalışsın diye işini bırakıp onunla Amerika’ya göçüyor. Bir gün evde yalnızken telefon çalıyor. Arayan bir kadın…
“Kocanızla birbirimize âşık olduk, bundan böyle birlikte yaşayacağız” diyor. Sonra telefonu kocasına veriyor. Kocası durumu teyit ediyor.
” …hem de inanmamasına içerleyerek…”
Leyla Umar, kıymetli yüzüklerini satıyor. Onların parasıyla dünya turu bileti alıyor, Güney Amerika’dan Japonya’ya, oradan Hindistan ve İran’a uzanan bir yolculuğa çıkıyor. Üstelik gittiği her ülkenin başbakanıyla röportajlar yapıp gazeteciliğe ve para kazanmaya devam ederek…
İnsan, şişirilen kaslar, silinen kırışıklıklarla genç kalmaz. Gençlik, göğüs gerdirmek değil, ihanetlere göğüs gerebilmektir; yaşadığıyla övünebilmek, değişimi göze alabilmek, her an başını alıp gidebilmek, hayata sil baştan başlayabilmektir…
Bunu anlayanlar, yüzündeki çizgilerle yaşlanır, ama ihtiyarlamazlar.”diyor.
Farkı fark etmeniz dileğiyle..