YOL HATIRALARI ….Ebruli Sayfalar…..

Merhaba Nilgün’ün Günlüğü Okurları,

Bir önceki yazımı yazdıktan sonra aklıma neden sizlerle bu yurt dışı maceralarımda yollarda karşılaştığım ilginç olayları ve insanları sizlerle paylaşmıyorum diye düşündüm ve bu yazımı sırf bu ilginç hatılara ayırdım. İyi eğlenceler.

2009’da ekim ayında Litvanya’nın başkenti Vilnius’a bir eğitim kursuna katılmak için gidiyordum. İstanbul’dan kalkan Air Baltic havayollarıyla önce Letonya’nın başkenti Riga’ya, gittim. Oradan da yine Air Baltic ile Vilnius uçağına bindim. Uçağa bindiğimde bana acil çıkış koltuğunda yer verilmiş olduğunu anladım. Aslında bu bir şanstı. Çünkü bu koltukların arası diğerlerine göre daha geniştir ve ayaklarınızı dilediğiniz kadar öne uzatabilirsiniz. Acil çıkış kapısının önünde olduğundan, acil bir durum olduğunda size acil bir durumda diğer yolcuları bu kapıya yönlendirmek ve yardıma ihtiyacı olanlara yardım etmek gibi bir görev de verilir. Herneyse, tahtaya vurayım, şimdiye kadar böyle bir durum olmadı.

Koltuğuma oturdum ve önümdeki dergiyi okumaya başladım. Sonra yanıma genç ve güzel bir bayan oturdu. Selamlaştık. Bütün yolcular uçaktaki yerlerini aldıktan sonra steward (erkek kabin görevlisi) acil durumda yapılması gerekenleri yolculara göstermeye başladı. Ben bu haraketleri hiç izlemem çünkü artık ezberledim. Fakat yanımdaki bayan başladı adamın her yaptığı harekete gülmeye. “Allah Allah” dedim “noluyor böyle?” Steward da bayana bakıyor, hafifçe gülümsüyordu. Daha sonra yanımda oturan kişiye iyice baktım, normal mi diye. Sonra anladım ki, kendisi sarhoştu!

Arkadaş başladı bana sorular sormaya. Yalnız kullandığı dil İtalyancaydı. Ben ona İtalyancayı çok bilmediğimi, İngilizce biliyorsa konuşabileceğimizi söyledim. Fakat onun da İngilizcesi yoktu. “O zaman anlaşamayacağız, ne kötü.” dedim. Aslında kötü değildi. Benim için güzel bir bahaneydi. Ama sonra keşke o iyi İngilizce bilseydi, ya da ben İtalyanca bilseydim diyecektim. Çünkü bu durum hanımefendinin benimle konuşmaması için bir mazaret olmadı, ne yazık ki.

Önce bana Litvanyalı olduğunu, ama İtalya’da yaşadığını söyledi. Parası olduğunu fakat bir erkek arkadaşı olmadığını söyledi. Kendisi oldukça güzeldi. Nasıl erkek arkadaşı olmazdı bilemiyorum. Evlenmek istediğini, fakat doğru düzgün birini bulamadığını bütün yolculuk boyunca anlattı. Ben ise onu hep rahatlatmaya çalıştım. Fakat ne hale geldim biliyor musunuz? Onu anlamak için öncelikle büyük çaba sarf ediyordum. Bir de kafam hep sola dönük olduğu için midem bulanmaya başlamıştı. Sadece bir saat sürecek olan uçak yolculuğu, hayatımın en uzun yolculuklarından biri olmuştu.

2010 kasım ayında Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’a bir eğitim seminerine gidiyordum. Yolda Berna adında bir arkadaş da bu kursa katılmak için bana eşlik ediyordu. Birkaç gün öncesinde kişisel olarak yaşadığım çok kötü bir kaç olay peşpeşe geldiğinden moralim sıfırın altında idi ve yolda sürekli “inşallah geri dönmem, inşallah uçak düşer” gibi acayip dileklere sahiptim.

Yolda Berna’yla konuşmak biraz beni rahatlatmıştı. O da aynı benim gibi sürekli projeler yapıyor ve sürekli yurt dışına gidiyordu. Türk Hava Yolları’yla seyehat ediyorduk. Yemekler, içkiler ve yolculuk, kısacası herşey mükemmel gidiyordu. Prag’a yaklaştığımızda kaptan inişe geçtiğimizi, kemerleri bağlamamızı ve mürettabatın yerlerini almasını anons etti. Yaklaştığımızda hava zifiri karanlıktı. İnişe geçtiğimizi hissediyordum.

Fakat uçağın altından tuhaf sesler geldiğini duydum. Ama Berna’ya bunu söylemedim. “Şimdi kızcağız panik olmasın.” diye düşündüm. Daha sonra Berna bana bu sesi duyup duymadığım sordu. “Sence normal mi?” dedi. “O kadar seyehat ettim ama uçağın altından hiç böyle sesler geldiğini duymadım.” dedim. Berna pencere kenarında oturuyordu ve bana “Şimdiye kadar şehri ve pisti görmemiz gerekmez miydi?” dedi. Ben de hava kötü de ondan hiç ışık görmüyoruzdur.” dedim.

Hiç ummadığımız bir anda pist göründü. Piste paralel uçuyorduk fakat kaptan uçağı bir türlü yere değdirmiyordu. Bir yandan da o tuhaf ses hep geliyordu. Artık pist bitecekti, inmemiz gerekiyordu. Ama birden sırtlarımızı koltuğa dayanır birşekilde kendimizi bulduk. Kaptan uçağın burnunu havaya kaldırmıştı. Tekrar havalanmıştık. İşte o anda uçaktakiler paniklemeye başladı. Kaçırılmış olsak, teröristler neredeydi? Bence bu durum aşağıdan gelen tuhaf sesler yüzündendi.

 

(İnanmayacaksınız, sevgili okurlar, bunu sizinle paylaşmak zorunda olduğumu hissediyorum. Çünkü tam şu anda bu yazıyı yazarken, yeni sipariş ettiğim Miles & Smiles kartım geldi. Sizce bu neye işaret olabilir acaba? Hayırdır inşallah diyorum ve yazımı yazmaya devam ediyorum.)

 

Sonra aklıma uçağa binmeden önce dilediğim dilek geldi. “İnşallah geri dönmem, inşallah uçak düşer”. “Allahım” dedim “Her dileğimi yerine getirmek zorunda mısın?” “Ben de ne biçim bir insanmışım? Keşke lotodan büyük ikramiyeyi dileseydim. Madem kabul olacaktı dileklerim, bari iyi birşey dileseydim” diye düşündüm. “Bugün bu uçakta ölecek miyim?” dedim kendi kendime. Berna iki elini koltuğa sıkıca tutmuş, panik halindeydi. Onu rahatlatmak için “Korkma Berna, uçakta öldüğünde canın yanmıyor. Çünkü uçak düşerken yere çarpmadan önce G yemekten bayılıyorsun. Ya da kalbin varsa, kalp krizi geçiriyorsun ve ölüyorsun. Sonra yere düşdüğünde öldüğünü anlamıyorsun. Çok rahat bir ölüm.” dedim. Bana gıcık gıcık bakarak, “Hayır, ben yaşamak istiyorum. Kocam var. Ailem var. Evime dönmek istiyorum.”dedi.

O ruh halimde en iyi bunu söyleyebilirdim. Sonra etrafıma şöyle bir baktım. Diğer yolcular da çok endişeli bir halde görünüyorlardı. Arkadan öne doğru herkese bir baktım. Kafamı çevirirken, arka koltukta cam kenarında oturan, 7 – 8 yaşlarında Çek bir çocuk gördüm. O çocuğu görür görmez, eğer uçak düşerse ve ailesine birşey olursa bu çocuğu kurtarmaya karar verdim. Sonra bir dilek daha diledim. “Allahım, uçak düşmesin!”

Kaptan havada uzun bir tur attı. Sonra bize iniş takımlarının göstergelerinde bir arıza olduğunu ve tekrar inişe geçeceğimizi söyledi. Tekrar inişe geçtik. Pistin üstündeydik ve hala tekerlekler yere değmemişti. Pistin neredeyse sonuna gelmiştik. Toprağa mı inecektik yoksa?

Aynı bir basketbol topu gibi yerde zıplamaya başladık. Hop hop hop! Yolcuların ve mürettabıtın kaderi kaptana bağlıydı. Aslında Berna’yı kandırmıştım. Herzaman uçakta öyle rahat ölüm olmuyordu. Eğer yere yakın bir çarpışma olursa yanarak ölecektik. Bu daha feci idi. Ama bunu şimdi bilmesine gerek yoktu.

Bizim basketbol topunun zıplaması, pist dışında bitti. Sonunda durmuştuk. Hem de pistin toprakla buluştuğu yerde. Bütün yolcular biribirlerine sarıldılar. Kaptanı alkışladılar. En çok içimi kıyan şey ise arkada oturan o küçük çocuğun bu deneyimi yaşamasıydı. Onun ölümle daha tanışmaması gerekiyordu. Bu olaydan çok etkilenmemiştir diye umdum.

 

Ocak 2010 Atlanta – New York uçağında babamla birlikteydim. Atlanta’dan gecikmeli kalkan Delta Hava Yolları’na ait uçağımız, yolu hızlı bir şekilde alarak, yine beklenilen saatte New York JFK Havaalanı’na varmıştı. Bizim de 2 saat sonra İstanbul uçağımız kalkacaktı.

“Yetişeceğiz Allahtan” dedim. Çünkü İstanbul uçağını yakalamamız için gerekli zaman vardı. Yalnız bir sorun vardı. Yere inmiş olmamıza rağmen, bir türlü kemer ikaz ışıkları sönmüyordu. Bazı yolcular bu ışıkların hala yanıyor olmasına rağmen, kemerlerini çözüp ayağa kalktılar. Fakat o sırada hostes hemen o yolcuları uyardı ve ışıkların sönmediğini ve daha yolcu çıkış tüpüne bağlanmadığımızı söyledi.

Beklemeye başladık. Bu sırada iki koltuk önde oturan Yunanlı çok hoş bir bayan “Benim Atina uçağımın kalkmasına 1 saat kaldı. Benim bu uçaktan çıkmam lazım.” dedi. Fakat hostes ona da aynı şeyi söyledi. Bir de o kızın yanında yolculuğun başından beri, Amerikalı bir asker, kıza sürekli kur yapıyordu. Kız çok fazla oralı olmuyordu. Ama adam bu durumu yolcuğun sonuna doğru abartmaya başladı. O an anladım ki, o adam sarhoştu.

Sürekli kızın üstüne doğru eğiliyor. Kız da geri çekiliyordu. Kızın neredeyse oturacak yeri kalmamıştı. Bir de uçaktan inememek kızı germişti. Ben de bu sahneyi gördükçe  geriliyordum.

Artık babam başladı bu sefer “neden inmiyoruz” diye çünkü aradan 15dk geçmişti ve hala bir kıpırdama yoktu. Hostes babama JFK Havaalanı’nın her zaman yoğun olduğunu ve bağlanmak için bir tüp beklediğimizi söyledi. Uçaktaki en panik insanlar o Yunanlı kız ve babamdı.

Aradan bir 15dk daha geçti. Kızın uçağının kalkmasına yarım saat, bizim uçağın kalkmasına ise 1,5 saat kalmıştı. Hala değişen birşey yoktu. Sırayla bir kız, bir de babam inmek istediklerini söylediler. Hostesler bunun kesinlikle mümkün olmadığını, bekleyeceğimizi kibar bir şekilde söylüyorlardı.

Bu arada artık Amerikalı asker kızın neredeyse üstüne çıkmıştı. Kız artık çok fena oldu. Bunu gören hostes, kıza başka birşey isteyip istemediğini sordu. Kız sadece uçaktan inmek istiyordu. Sonra hostes kıza bir su getirebileceğini söyledi. Kıza su getirdiler. Asker, kız su içerken neyseki biraz uzaklaştı. Ben o kızın yerinde olsaydım, herhalde “Geriye biraz çekilir misin?” derdim.

Neyse,  nihayet New York’a gelmemizden tam 1 saat 15 dk sonra bir tüpe bağlandık. Kız büyük bir ihtimalle Atina uçağını yakaladı. Çünkü daha sonra öğrendik ki, New York’a uçaklar ne vaktinde gelebiliyor, ne de vaktinde ayrılabiliyordu. Burası New York’tu.

 

Başka bir yazıda, başka bir konuyla görüşmek üzere …

 

 

 

 

 

Hakkımda Nilgun

Sinop'ta yaşayan, Sinop'lu bir bayanım. Gezmeyi, yüzmeyi, konuşmayı, sosyal aktiviteleri çok severim. İnsanlara yardımcı olmak beni çok mutlu eder.Ve tam bir Sinop Aşığıyım. Bu kadar yeterli mi?)))

İlginizi Çekebilir

blank

İZLANDA HALK HİYAKELERİ..Ebruli Sayfalar

Merhaba Sevgili Nilgün’ün Günlüğü Okurları,

2 Yorum

  1. blank

    Vay canına senin bir duan ile bütün yolcular tehlikeye girmiş demek 🙂

  2. blank

    Evet:S Herhalde diğer duamla da kurtuldular 😀

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.